Roman (Yabancı)

Romanov Komplosu

romanov komplosu 5ed405dabc652BAZI SIRLAR ASLA ÇÖZÜLEMEZ…

Dr. Laura Pavlov, 20. yüzyılın en büyük muammalarından birine ışık tutacak bir gizemi çözmek üzeredir. Rusya’nın Yekaterinburg şehrinde yapılan bir kazı sırasında, son Çar ve ailesinin 1918 yılında infaz edildiği bölgede, buz içinde bozulmadan kalmış bir ceset bulunur.
Bu yeni bulgu, Romanov ailesinin ortadan yok olmasıyla ilgili yeni ipuçları sağlar. Ailenin, özellikle de kızları Prenses Anastasia’nın ölümü, ardında bir sürü soru işareti bırakmıştır. Bu keşif Pavlov’u, yıllardır saklı kalmış bir gizli görevin peşinde; sırların, yalanların ve aldatmacanın girdabı içinde geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarır.
Ülkemizde de geniş bir okur kitlesine sahip olan Glenn Meade, tarihsel gerçeklere dayanarak yazdığı Romanov Komplosu’nda, savaşın zor koşullarında, temelinde tarihin en çarpıcı olaylarından birinin olduğu, aşkın ve dostluğun sınandığı, nefes kesici bir hikâye anlatıyor.

… VE BAZI SORULAR SONSUZA KADAR YANITSIZ KALIR

***

Her öykü kendi âşığını bulur.

Bu öyküye İrlanda’nın kuzeydoğu kıyısında, görkemli Mourne Dağları’nın ırak gölgelerine sığınmış Collon köyünü ziyaret ettiğimde âşık oldum.

Harikulade vitraylarıyla 1813’ten kalma Presbiteryen köy kilisesinin mezarlığında, ülkelerindeki Ekim Devrimi’nden kaçıp İrlanda’ya sığınmış bir avuç Rus’un unutulmuş mezarları başında.

Hâlâ bir sır perdesiyle sarılmış bir girişimi, 1918’de Rus Çarı’yla ailesini kurtarmaya yönelik dikkat çekici bir planın ilk yankılarını orada işittim. Birçok dalıyla köklerini derinlere salan bu gizem, araştırdığım en güç öykülerden biri oldu.

Rus Devrimi’nin ateşli günlerinde St. Petersburg’da başlayan öykü İrlanda’nın bir köy mezarlığındaki birkaç mezarda son buldu. Aradaysa yirminci yüzyılın en inatçı sırrına cevap verebilecek çok karmaşık bir komplonun çoktan yitip gitmiş ipuçları kaldı.

Bu kitapta adları belirtilen kişilerden çoğu gerçekten yaşadı; Tobolsk’lu Aziz Yuhanna Kardeşliği adı verilen karanlık tarikat da gerçektir.

Okuyacaklarınızdan çoğu gerçekten yaşandı.

Gerisiyse, ufak bir bölümü kurgu; yazarın öyküsüne hayat vermek için kullanmak zorunda olduğu anlatı mozaiğinden parçalar.

Ancak hangi bölümün gerçek, hangisinin kurgu olduğu konusunda kararı size bırakıyorum.

“Sevgili Maria, tarih Çar’ın bütün çocuklarının başına gerçekten ne geldiğini açıklamayabilir. Cevabı o kadar gizli ki şimdilik hiçbir şey söyleyemem.”
– Lenin’in, Romanovlar’ın infazıyla ilgili söylentiler işittiğini söyleyen kız kardeşine Temmuz 1918’de verdiği cevap.

“Anna Anderson ardında o kadar çok cevapsız soru bıraktı ki, hiçbirimizin kavrayamayacağı kadar derin bir muammanın parçası olarak kaldı. Bu sorular içinde en sarsıcı olanlardan biri de şu: Basit, dengesiz olduğu iddia edilen bir köylü kadını, altmış yılı aşkın bir süre boyunca dünyanın en parlak ve en saygın hukuk ve bilim insanlarının aklını nasıl karıştırabilir? Bu bağlamda, bir zamanlar işittiğim bir deyişi hatırlarım hep: ‘Bir öykünün üç açısı vardır. Senin açın, benim açım. Bir de, gerçek açı’.”
– Gregory Antonov, gardiyanlarının elinde infazdan kurtulduğu rivayet edilen, Çar’ın en küçük kızı Anastasia olduğu iddiasıyla ortaya çıkan Anna Anderson hakkında.

1

Yekaterinburg, Rusya

En büyük sırların toprağın altında olduğuna, gerçeği de sadece ölülerin söylediğine inanıyorum.

Aslında, cesetleri bulduğumuz sabah ormanda bulunmamın nedeni de böyle bir şeydi. Ölü Ruhlar Kenti’nde yağmur yağıyor, yoğun sağanak yazlık sokakları dövüyordu.

“Bu sabah trafik fena değil,” dedi Rus şoförüm, Land Rover’ımız çoktan yitip gitmiş görkemli bir uygarlığın kalıntısı etkileyici granit yapıların yanından geçerken. “En fazla otuz dakika.”

Arkama yaslandım ve yanımdan akıp geçen eski imparatorluk kentini seyre daldım. Adını 1723’te II. Yekaterina’dan alan, Ural Dağları’nın gölgesine yayılan Yekaterinburg kurt ve ayı dolu sık ormanları, derin vadileri ve karlı zirveleriyle Alaska’nın sert güzelliğini hatırlatır. Zengin yeraltı yatakları dünyanın en büyük hâzinelerini barındırır: Bu canlı Sibirya kentinin ötesinde uzanan zirveleri karlı sıradağların altında platin ve zümrüt, altın ve elmastan petekler vardır sanki.

Land Rover kentten çıkıp yoğun huşlarla kaplı yamaçlara sararken, kucağımdaki çantayı açıp içinden bir dosya çektim. Mavi kapağın üzerindeki etikette şunlar yazılıydı:

İlk Buluntular: Yekaterinburg Arkeoloji Kazısı
Dr. Laura Pavlov, Adli Patolog, Yönetici

Son üç aylık çalışmamın ürününü içeren kalın kâğıt tomarını karıştırdım. Bu benim Yekaterinburg’a ilk gelişimdi ve ekip dünyanın her bölgesinden insanlardan oluşuyordu: Adli arkeologlar, bilim insanları, Amerika, Britanya, Almanya ve İtalya’dan ve tabii, ev sahibi ülke Rusya’dan Öğrenciler. Ortak çabamızın amacı basitti – Ormanda, Rus Devrimi’nin Kızıl Terör dönemi sırasında gerçekleşen kitlesel infazla ilgili kanıtlar bulacaktık.

O dönemde binlerce insan öldürülmüştü, sadece Rusya’nın Çar ailesi Romanovlar değil: Çar ve Çariçe, dört güzel kızları ve on dört yaşındaki oğulları Aleksey. Kurşunlanarak, süngülenerek öldürüldüler, kafatasları tüfek dipçiğiyle ezildi, cesetleri sülfürik asitte eritildi.

Mahpus tutuldukları İpatyev Evi kentin yerlilerince Ölü Ruhlar Evi olarak anılırdı. Oysa Kızıllar o kadar çok insan öldürmüş, cesetlerini Yekaterinburg dışındaki maden galerilerine, ormanda işaretsiz kitlesel mezarlara atmışlardı ki, halk Yekaterinburg’a ölü Ruhlar Kenti adını takmıştı.

Hesaba katmadığım, sıcak ve sivrisineklerdi. Sibirya kışın buzdolabı gibidir ama kısa ve sıcak yaz mevsiminde ısı iyice yükselir. Canlanan ormanda sinek ve sivrisinekler cirit atar. Ağaçlar sıcaktan tatlı kokulu bir reçine sızdırır, hava ağır bir kokuya bürünür.

Şoför ağır vasıtalar yüzünden delik deşik olmuş, dar ve aşınmış bir patikaya saparken yağmur dindi. Land Rover huş ormanının ortasındaki bir açıklığa kurulmuş bir dizi geçici kulübe ve bez çadıra yöneldi. Boyalı bir tahta levhanın üzerinde İngilizce ve Rusça yazılar vardı:

ÖZEL MÜLK
İZİNSİZ GİRİLMEZ

O yaz sabahı, çadırlardan birinin yanına yaklaşırken, hesaplayamadığım bir şey daha. Bu reçine kokan ormanlara geçmişin hayaletlerini gömüldükleri yerlerden çıkarmaya gelmiştim. Oysa dünyada hiçbir şey beni, donmuş Sibirya toprağı, ölülerini sunarken rastlayacağım tuhaf sırra hazırlayamazdı.

Çünkü ölülerin yanında, gerçek de gün ışığına çıkıyordu.

Ve o gerçekle birlikte de işittiğim en inanılmaz öyküyle ilgili ilk fısıltılar.

* * *

Arabadan indim ve çadırımın girişini kapatan kanadı kenara sıyırdım. Çalışma masamın ardına yerleşmeye çalışırken kazı şefim Roy Moran içeri girdi. “Selam bebeğim.”

Biz ona Memphis Roy deriz, o da bana hep bebeğim diye seslenir. Memphis’te herkes herkese bebeğim der. Kazının sorumlusunun bir kadın olması da fark etmiyordu – erkek olsaydım, Roy bana yine bebeğim diyecekti.

İriyarı, kemikli, akıllı bir adamdır ve bu işte en iyilerden biridir. Evrak işlerine saldırmaya hazırlanarak çantamı açarken, “Bu sabah yedi numaralı galeriyi kazdığını sanıyordum,” dedim.

“Bebeğim, tabii ki kazıyorum.” Elleri belinde, soluğu hafiften kesilmiş bir halde, karşımda dikiliyordu. Yüzündeki ifade heyecanla şaşkınlık arası bir şeydi. Başından hiç çıkarmadığı Tigers yazılı beyzbol şapkasıyla alnının terini sildi, “Sanırım yedi şanslı sayımız olacak,” diye sırıttı.

“Dökül bakalım.”

“Kazabildiğimiz kadar kazdık ve neredeyse donmuş halde turbalı bir katmana rastladık. Bir şeyler bulduk ama Laura. Ciddi bir şey bulduk, demek istiyorum.”

Elimdeki kalemi bıraktım. Roy herhangi bir şeyden heyecanlanacak biri değildi. Oysa şimdi enerji dolu görünüyordu, heyecana kapılmış on iki yaşındaki bir çocuk gibi, yerinde duramıyordu. “Anlat bakalım,” dedim.

“Bebeğim, bunu gerçekten kendi gözlerinle görmelisin.”

* * *

Roy”un peşinden kokulu ormana daldım. Yavaş ilerliyor, kaslı bacakları yağmurdan sırılsıklam eğreltiotlarının ve devrik ağaçların arasından bir yol bulmaya çalışıyordu. “Galerinin ağzı yirmi metre kadar iniyor,” dedi. “Oldukça derin.”

Bütün açıklık madencilik malzemesiyle, ahşap putrellerle, iskelelerle tıka basa doluydu; şurada burada kamyonlar, dörtçekerler görülüyordu. “Neden cümlenin arkasından bir ve geleceğinden bu kadar eminim? Ne bulduğunu hâlâ anlatmadın bana.”

Hızını değiştirmeden sırıttı; heyecanı bulaşıcıydı. Alnında ter damlacıkları parlıyor, gözlerinde şimşekler çakıyordu. “Bir kadın bulduk, bebeğim. Orada bir başka ceset daha olduğunu sanıyoruz ama ne bulduğumuzu göremeyeceğimiz kadar derinde. Kim bilir? Belki daha başkaları da vardır.”

Bir huş ağacı öbeğinin arasından geçip maden galerisinin ağzında durduğumuzda heyecanlandığımı hissettim. Turbanın zengin, kahverengi toprak kokusunu soludum. Galeri yerde açılmış, kenarları tahtalarla beslenmiş, yaklaşık bir metrekarelik bir delikti. Bölgenin büyük kısmının ölüm tarlası olduğu dönemlerden kalma, Romanov zamanının kalıntılarını aramak için açtığımız madenlerden biri.

Romanov ailesi -o zaman dünyanın en varlıklı imparatorluk ailesiydi- 16-17 Temmuz 1918 gecesi Yekaterinburg’da kayboluvermiş, görgü tanıklarının anlattıklarına göre, bütün aile katledilmişti.

Nedendir bilinmez, Bolşevikler ölümleri hiç doğrulamayınca, aileden bazı üyelerin, hatta hepsinin kaçıp infazdan kurtulduğu yolunda ısrarlı söylentiler yayıldı. Onları Yekaterinburg tutsaklığından kurtarmak için gizli planlardan bile söz edildi. Çar’ın kızlarından bir ya da birkaçının, küçük kardeşleri Aleksey’le birlikte ölümden kurtulduğu dedikoduları yıllarca sürdü.

Aile kaçış sırasında işe yarayacağı umuduyla iç çamaşırlarına değerli taşlar -pırlanta ve benzeri mücevherler- dikmişti. O değerli taşların ölümlerini engellediği ya da geciktirdiği söyleniyordu.

Böylesi öyküler çocukluğumu büyülemişti. Gerçek ne olursa olsun, sırrın çekiciliğine yakalanmış, Anastasia ve Aleksey’in kaçmayı başardıklarına inanmak istiyordum.

Sır gittikçe yoğunlaştı, on yıllar sonra kent dışında yapılan kazılarda altı yetişkinin kalıntıları bulundu. Cesetlerden bazılarının Çar’a, karısına ve kızlanndan ikisine ait olduğu düşünülüyordu DNA testleri Britanya kral ailesiyle muhtemel bir akrabalık bağı kanıtlayarak cesetlerin kimliğini doğrulayacaktı.

Ne var ki bu buluş yoğun tartışmalar doğurdu. Birçok uzman bulunan kemiklerin Romanovlar’a ait olduğu görüşündeydi Ancak buna inanmayan, Çar ailesinden sayısız insanın bölgede infaz edildiğini, bu kemiklerin onlara ait olabileceğini iddia edenlerin sayısı da bir o kadardı.

Daha sonra Yekaterinburg’un batısındaki bir orman ocağında gerçekleştirilen bir kazıda iki insana ait yeni kalıntılara ulaşıldı. DNA testlerine göre bu kalıntılar Çar’ın kayıp oğlu ve kızına, Aleksey’le Anastasia’ya ait olabilirdi. Ama kalıntılardan birinin Anastasia’ya ait olduğu hiçbir zaman tamamen kanıtlanamadı; bir olasılıktan söz ediliyor ama bu olasılık tüm kuşkuların ötesine geçemiyordu. Bu nedenle söz konusu testler bazı biliminsanları ve Rus Ortodoks kilisesi içindeki ısrarlı şüpheciler tarafından sonuçsuz olarak nitelendirildi. Geriye sırrın hâlâ sürdüğü, bilmecenin çözümlenemediği gibi rahatsız edici bir duygu kaldı.

Mühendislerimiz galeri ağzının üzerine elektrik jeneratörüyle hareket eden, eski bir askılı vinç kurmuştu. Delikten turba kokusu yükseliyordu. Roy’a dönüp, “Kemiklerden mi bahsediyorsun, yoksa eksiksiz bir iskeletten mi?” diye sordum.

“Bir kadından söz ediyorum. Eksiksiz, sürekli dondan mumyalanmış, turba ve soğuk tarafından kusursuz korunmuş.”

Sırtımdan aşağı bir merak titreyişi geçti. Bir elimi kabuğu güneşten bembeyaz kesilmiş bir huş ağacına dayadım. “Ne kadar eski?”

“Giyimine bakıp bilgece bir tahminde bulunmam gerekirse, Romanov döneminden bahsediyoruz.”

* * *

Roy önden indi. Vızıltılı motora bağlı kayışların ucunda karanlık çukura inerken, şöyle bir el salladı. Kayışlar birkaç dakika sonra boş döndü; kayışları kuşanıp tokaları sıktım.

Yekaterinburg’da çalıştığımız son bir ay boyunca toprağın altından bir sürü malzeme çıkarmıştık: Pasla kaplı Mosin-Nagant tüfekler, aşınıp yeşile dönmüş bakır bozukluklar, boş mermi kovanları, bir gözlük, hatta Çar döneminden kalma bir sürü altın ve gümüş külçeyle birlikte kişisel eşya ve mücevherler. Çar’ın akrabası olan birçok varlıklı aile katliamdan kurtulmak için buralara kaçmış ama Kızıllar peşlerinden yetişmişti.

Kurbanların hepsi zengin değildi. Kişisel geçmişim de bu ormanların bir yerinde gömülü yatıyordu. Yekaterinburg’u görmeden çok önceleri anneannem Mariana’nın genç kızken oturduğu, kıvrılarak uzayıp giden İset Nehri’nin geniş kıyılarındaki bu kenti öğrenmiştim. Ekim Devrimi’nin Kızıl Muhafızları, kentini işgal ettiklerinde anneannem on bir yaşındaydı. Yazın bile çözülmeyen taş gibi sert, turbalı Sibirya toprağından cevher çıkarmak için ıstıraplı uğraşlar veren çalışkan bir mujik -her zorluğa alışık Rus köylüsü- ailesinin çocuğuydu.

Gözdesi, henüz on beşindeki Pieter de dahil, Mariana’nın ağabeylerinden üçü kentin ötesindeki ormanlarda infaz edildi. Suçları mı? Kızıllar on iki kişilik aileyi ancak geçindiren yıkık dökük madene el koyduğunda itiraz etmek. Lenin özel mülkiyete inanmıyordu.

İnsanlara ait her şey artık Sovyetler’in elindeydi. Seslerini çıkaranlar hapse atılıyor, hâlâ itiraz edenlerse Lenin’in iktidara gelmesinden sonra Rusya’nın üzerine çöken acımasız terörün kurbanları olarak kurşuna diziliyordu.

Anneannemin ailesi hayatta kalabilmek için uğursuz bir kış günü donmuş toprakların üzerinden kaçarak St. Petersburg’dan Amerika’ya giden paslanmış bir gemiye bindi. Bez torbalannda götürdükleri anılar; soluk sepya aile fotoğrafları ve İmparatorluk başkentinin zamanla sararmış, odun ateşi kokan kartpostalları oldu. Çocukken, bir başka dünyanın soluk resimleriyle dolu aile albümünün sayfalarını çevirince soluduğum turbalı odun kokusunu hâlâ hatırlarım.

Yine çocukken, bir seferinde albüm sayfalarının arasında eski bir siyah-beyaz fotoğraf, yanında da kenarları zamanla lekelenmiş yağlı kâğıda sarılmış, bir avuç kuru çiçek buldum.

“Nedir bu, Nana?” Fotoğrafta, dalgalanan Rus İmparatorluk bayraklarıyla süslenmiş, görkemli bir tren istasyonu görülüyor, istasyonun merdiveninde duran Romanovlar kolaylıkla tanınıyordu: Kalabalığa el sallayan Çar ile Çariçe, yanlarında kızları ve oğulları.

Beyaz bir elbise giymiş, saçında basit bir fiyonk, elinde bir demet çiçekle Anastasia’yı hemen tanıdım.

“1913’te, Çar’la ailesinin Yekaterinburg’u ziyarete geldikleri gün. Savaştan önce, Rusya’da her şey kötüleşmeden önce.” Uzun zamandan beri kutsal saydığı bir anıyı hatırlıyormuş gibi, mavi gözleri yaşardı.

“Ya çiçekler?”

“Bütün Çar ailesinin içinde en dikkafalısı, en göze batanı Anastasia’ydı. O gün, istasyon merdivenlerindeyken, elindeki çiçekleri kalabalıktaki çocuklara fırlattı. İnsanların nasıl atıldığını tahmin edersin, neredeyse eziliyordum ama buketin bir parçasını ele geçirmeyi başardım. O günden beri de saklıyorum.”

Fotoğraftaki yüzlere bakarken, parmağımın ucuyla kurumuş narin çiçeklere dikkatle dokundum. “Anastasia’yı gördün demek? Çiçekleri o attı, öyle mi?”

“Afacan bir kızdı, hayat doluydu, erkek gibi dedikleri cinsten. Biz çocuklar ona bayılırdık. Ailesi de ona Kubişka adını takmıştı, ‘hamur köftesi’ anlamında.”

Şimdi de, uluslararası bir arkeolojik kazı ekibinin üyesi olarak kot pantolon ve çamurlu ayakkabılarımla yaz tatilimi Yekaterinburg dışındaki bir çadırda geçirmek için buradaydım. Saçmalık ama sanki ailemin geçmişi çemberi kapatmış, başladığı yere dönmüş gibi geliyordu.

Meraktan içim içimi yerken, kayışların üzerindeki kontrol düğmesine bastım. Motor vınlamaya başladı. Vinç beni çukurun içine sallandırdı, gölgelerin arasında kayboldum.

* * *

Önce karanlığın içine indim, ancak yaklaşık altı metre sonra galerinin duvarları elektrik ampulleriyle aydınlanmaya başladı. Kenarlara çarpmamak için arada bir yıpranmış Reebok’larımla duvarı tekmeledim.

Altımda parlayan bir ışık gördüm ve birden Roy kayışlara sarıldı. “Tamam bebeğim, dibe vardın.”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Frankenstein

Editor

Sophie’nin Yaramazlıkları

Editor

Zalim Cazibe

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası