Roman (Yerli)

Kara Güneş

kara gunes 5edc7162d9551

Şubat 1939… Alman zooloji uzmanı Ernst Schafer önderliğindeki bir araştırma ekibi tibet dağları’nda inanılmaz bir keşif yapar.

Ekim 1944… Auschwıtz toplama kampı’nda başlayan isyan on iki yahudinin kamptan kaçmayı başarmasıyla sonuçlanır.

Günümüzde ise başarılı bir Alman sanayici olan Rudolf Freihheir, atalarından kalan oldukça gizli bir mirası ortaya çıkarmak için İstanbul’a gelir. II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin, Aryan ırkın kökenlerini bulma peşinde sürdürdükleri araştırmaların yıllar önce ortadan kaybolan belgelerini ele geçirerek yenilmez bir ordu yaratma hayali peşindedir. Bu orduyla Nasyonal Sosyalizmi yeniden hayata döndürmeyi planlayan Freihherr, son derece gelişmiş bir silah teknolojisini Rusya ile savaşın eşiğinde duran Alman Hükümeti’ne sunmayı istemektedir.

Fakat yolu, İstanbul’un ara sokaklarında üstelik hiç beklenmedik bir biçimde Hakan Geda ile kesişecek ve bir çılgınlığın tohumlarından doğan kaos, herkesin yaşamını hiç olmadığı kadar değiştirecektir.

“Savaş başladığından beri hiçbirimiz özgür değiliz. Bir daha da olabileceğimizi sanmıyorum. Zihinlerimiz gördüklerimizle birlikte değişti. Yapabileceklerimiz konusunda sınırlarımızın olmadığını gördük. Bedenlerimiz dayatılan kurallarla oradan oraya savruluyor artık. Ama bana sorarsanız bu çok önemli değil. Asıl açık olması gereken şey zihinlerimiz. Özgürlük belki de tutsak olduğumuzu bilmektir sadece.”
-Herschel Rol-
Ekim 1944

***

Giriş

Göç

M.Ö 1400’ler

Orta Asya, Gobi Çölü

Gri küller, çorak toprak üzerinde döne döne ilerleyen yakıcı toz bulutları çıkararak uçuşuyordu.

Rüzgârın huzursuz edici uğultusu, beraberinde bunaltıcı bir sıcaklık dalgasını da getirmekteydi. Ancak, bunun nedeni bölgenin sıcak bir mevsimde olması değildi.

Geniş ufka doğru sakin ve ıssız şekilde devam eden manzara, kilometrelerce ötede son derece trajik bir hâle dönüşüyordu. Bunaltıcı sıcaklığın kaynağı da oradaydı.

Gökyüzüyle yeryüzünün birbirine girmesine neden olmuş korkunç alev kümeleri, ufka kadar uzanan her bir noktayı sarmıştı. Alevlerin üzerinde dalga dalga yükselen simsiyah dumanlar, tüm dünyaya dev bir perde çekmişti adeta. Güneş bile, ışıklarını bu felaket alanına ulaştırmakta güçlük çekiyor, bulunduğu yerde yapışıp kalmış, ölmek üzere olan küçük bir ateş böceğini andırıyordu.

Doğal yaşam yok olmuştu. Uçsuz bucaksız arazi üzerinde ne kadar bitki örtüsü ve hayvan varsa hepsi alevler tarafından yutulmuştu.

Alevlerin her yanını sardığı, darmadağın olmuş bir uygarlığın yıkıntıları ise artık kömürleşmiş, şekilsiz kalıntılardan ibaretti. Bu kalıntılar arasında, neyin nereye ait olduğunu tanımlamak güçtü. Toprak üzerine saçılmış insan ve hayvan cesetleri her yönde uzanıyordu. Çoğunun vücutları alevler tarafından baştan aşağı sarılmış, isli dumanlar ile tuhaf çıtırtılar çıkararak yanmaktaydılar.

Bu inanılmaz felaketin ardında, alevlerin ve dumanın ördüğü, aşılması mümkün olmayan duvarın arkasında ağır aksak ilerleyen devasa bir insan sürüsü seçiliyordu. Zamanın ağır işlediği bir evrende akan dev bir nehir gibi, sefil, yorgun ve yaralı bir hâlde kuzeye doğru ilerliyorlardı.

Küller ve alevlerle sarılmış bu yıkımın arasından çıkmış bu kalabalığın nerede başlayıp nerede sonlandığı seçilemiyordu. Binlerce insan, bilinmeyene doğru yaptıkları bu yolculukta, kendilerine yeni bir başlangıç yaratmak için, alevlerin acımasızca erittiği geçmişlerini geride bırakıyorlardı.

Toynaklarını toprakta sürürcesine ilerleyen yaralı öküzlerin çektiği bazı arabalara kurtarabildikleri eşyalar yüklenmişti. Giysiler, el yapımı araç gereç ve birtakım silahlar. Ayrıca, yolculuk boyunca yetmesini umdukları kadar yiyecek ve bolca su da vardı. Bu yük arabalarının birinin üzerinde, sapsarı saçları dumandan kararmış, alnında kurumuş kanla dolu kocaman bir yara olan bir çocuk oturuyordu. Bu kitlesel yürüyüş başladığından beri mavi gözlerini simsiyah dumanlarla sarılmış gökyüzünden ayırmamıştı. Sürekli bunu neden yaptıklarını düşünüyordu.

Tanrılar onları neden cezalandırmışlardı?

Neden böyle bir kötülük yapmışlardı?

Küçük beyni bu sorularla dolup taşarken, mavi gözleri gökyüzünden içinde bulunduğu konvoyun arka sıralarındaki metal yığınına doğru yavaş yavaş kaydı. Gökyüzünden düşen tanrılardan birinin bu biçimsiz, kömürleşmiş cesedine uzun uzun baktı.

Disk biçimindeki metal nesnenin parçaları, uzun insan konvoyunun bitimine doğru, yorgun sığırların çektiği tahta arabalara yüklenmişti.

Nesnenin garip, uğursuz bir görüntüsü vardı.

Buradaki bütün insanlarla birlikte, o da bilinmezliğe doğru gidiyordu.

Tibet Yolculuğu

Şubat 1939

Tibet

Uzun sakalları, kuzeyden esen soğuk rüzgârda titreşen adam, bulunduğu yerde kıpırdamadan durarak karşısında uzanıp giden, karla kaplı, dev kaya kütlelerine baktı. Elini alnına siper ederek, uzun bir süre, yüz metre kadar önünde dik bir açıyla yükselen taş yığınlarını inceledi. Ardından, kar gözlüklerini alnına çekti ve kir içindeki kalın montunun iç cebinden katlanmış bir kâğıt çıkardı. Uçup gitmemesi için eldivenli elleriyle sıkıca tutarak, kâğıdı kat yerlerinden açtı. Kenarları sararmış kâğıda mavi bir mürekkeple yarım yamalak çizilmiş krokiyi inceledi.

Başkent Lhasa’da tanıştıkları Tibetli yerlilerin verdikleri tarife göre fazla bir yol kalmamıştı. Geriye dönüp arkasındaki adamlara işaret verdi ve tekrar hareket ettiler.

Ernst Schäfer, bir avcı ve zoologdu. İlkini 1931 yılında, henüz 21 yaşındayken gerçekleştirdiği Tibet yolculuklarının üçüncüsündeydi ve artık hedefe fazlasıyla yaklaştığını hissediyordu. İçgüdüleri ona bu sefer çok değerli bulgularla Almanya’ya döneceğini ve mensubu olduğu SS birliklerinin başındaki adam Heinrich Himmler’in kurduğu Deutsches Ahnenerbe topluluğu adına muhteşem gelişmeler kaydedeceğini söylüyordu. Kendine son derece güveniyor ve gerçekleştirebileceği şeylere sonsuz bir bağlılık duyuyordu.

Açılımı Irksal Miras Araştırma ve Eğitim Cemiyeti olan Ahnenerbe, üç yıl önce Heinrich Himmler, tarihçi Herman Wirth Roeper Bosch ve Richard Walther Darré tarafından Aryan ırkının antik zamanlara uzanan geçmişi hakkında bilgi toplamak ve araştırma yapmak için kurulmuştu. Ahnenerbe, asıl amacının dışında, birçoğu arkeolojik araştırmalar üzerine yoğunlaşmış pek çok birime sahipti. Bu birimler arasında astronomiden, nükleer fiziğe kadar her türlü araştırma için destek sağlanıyordu.

Ahnenerbe, iyi organize edilmiş, geniş bir topluluktu. Pek çok kademesinde, pek çok insan çalışıyordu. Bu gezideki insanlar da o grubun üyeleriydiler. Her biri çeşitli bilim dallarında uzmanlaşmış cesur araştırmacılardı.

Şimdi ise ülkeleri ve ırkları uğruna çok kutsal bir amaç için çalışıyorlardı.

Öte yandan, binlerce kilometre ötede Almanya, milyonlarca insanın yaşamına mâl olacak bir savaşa hazırlanıyordu. Sosyalist parti yönetimindeki hükümet, birkaç ay sonra Polonya’yı işgal edecek ve ülkeyi Rusya ile paylaşacaktı. Çok geçmeden İngiltere ve Fransa da Almanya’ya cephe alarak savaşa katılacak ve Avrupa’nın göbeğinde başlayan savaş tüm dünyaya yayılacaktı.

O sırada, Tibet’teki bu araştırma gezisindeki hiç kimse, olayların bu denli karmaşık bir hale geleceğini elbette tahmin edemezdi. O an için tek amaçları ırklarının tarihin derinliklerine doğru uzanan antik kalıntılarını ortaya çıkarmaktı. Arkeolojik araştırmalar yapmak, doğal yaşamı incelemek ve mistisizm üzerine incelemelerde bulunmaktı. Bulundukları koşullarda daha fazlasını düşünen yoktu.

Schäfer, elini geriye atarak çantasının yan gözünden içki matarasını aldı ve kapağını açıp birkaç yudum viski içti. Matarayı tekrar yerine koydu. İçki midesini yakarken canlandığını hissetti.

O sırada, araştırma ekibinin teknik işlerden sorumlu üyesi Edmund Geer, hızlanarak Schäfer’in yanına geldi. “Doğru yolda olduğumuza emin misin Ernst?”

Schäfer kafasını salladı. “Yüzde 88 nokta 5.”

“Hadi ama, dalga geçmeyi bırak! Bu soğukta kıçımız donmadan bir yere ulaşsak çok iyi olacak. Hava giderek sertleşiyor.”

“Merak etme Edmund,” dedi Ernst Schäfer kendinden emin bir ses tonuyla. “Ulaşacağız.” Çenesine doğru sivrilen uzun sakalları ve çevresini her zaman sorgulayan bakışlarla inceleyen ama buna rağmen güven vermesini de başarabilen kısık gözleriyle Ernst Schäfer insanlara sözünü kolayca geçirebilecek yapıda bir insandı.

Sekiz kişiden oluşan ekip, bir saat daha yürüdükten sonra bir mola vermek için geniş bir kaya oyuğuna yerleşti. Bir şeyler atıştırdılar ve aralarından bazıları ısınmak için biraz daha alkol aldı.

Schäfer, yeniden yola çıkma işaretini verdiğinde havanın kararmasına yalnızca birkaç saat kalmıştı. Kafile çabucak toparlandı ve tekrar harekete geçtiler. Kalın, yünlü botları, bembeyaz kar örtüsü üzerinde derin izler oluşturarak bata çıka ilerliyorlardı.

Schäfer’ın araştırma ekibi, içinde bulundukları büyük yolculuğa bundan yaklaşık 11 ay önce başlamıştı. 21 Nisan 1938’de İtalya’nın Ceneviz şehrinden Ceylon’a  gitmişler, oradan da Hindistan’ın Kalküta şehrine ulaşmışlardı. Asıl zorlu yolculuk ise Teesta Nehri’ni ve vadiyi geçerek rotalarını kuzeye çevirdikleri zaman başlamıştı. Aslında, yolculuğa çıkmadan önce Schäfer’ın planı Yangtze nehrini kullanarak Tibet’e daha kolay bir şekilde ulaşmaktı. Ancak, Japonya zengin doğal kaynakları yüzünden Çin’i işgal ettiği anda bu plan suya düşmüştü. Bunun üzerine Schäfer, Hindistan üzerinden giderek hedefine ulaşmaya karar vermişti. İzin almak için Londra’ya uçmuş ama Almanya’yı kızdırmaktan korkan İngiliz Hükümeti tarafından geri çevrilmişti. Buna son derece sinirlenen Schäfer, Heinrich Himmler’le görüşüp ona yolculuk planını açıklamıştı. Plan, Himmler’e makul görünmüştü. Kısa sürede gerekli ayarlamaları yaptı ve ekibin yolculuğu umdukları gibi başlamış oldu.

Ekipte Ernst Schäfer ve Edmund Geer dışında Ahnenerbe topluluğu adına çalışan antropoloji uzmanı Bruno Beger, böcek bilimci Ernst Krause ve Karl Wienert gibi isimler vardı. Ekipmanın taşınması için kiraladıkları şerpalar ve yer yer faydalandıkları rehberlerle birlikte sayıları yirmi civarındaydı.

Bütün yolculuk boyunca yüzlerce bitki ve böcek örneği toplamışlar, yerlilerin kafataslarının kalıplarını çıkarmışlar ve araştırmalarını belgelemek için çeşitli video filmler çekmişlerdi.

Ancak, kısa süre önce tesadüf eseri öğrendikleri öyle bir şey vardı ki tüm araştırmanın ilerleyişini büyük ölçüde hızlandırabilirdi. Lhasa’da kaldıkları süre içinde dağcı yerlilerden edindikleri bu önemli bilgi üzerine, ekipten kendisiyle birlikte sekiz kişi seçen Schäfer, sarp dağların üzerine doğru yolun bir kısmını geri dönmüştü.

Yerliler gitmemelerini ve iki güne kalmadan havanın bozacağını söylemişlerdi. Ancak, ekipteki hiç kimsenin beklemeye tahammülü yoktu.

Giderek şiddetlenen rüzgâr altında iki saate yakın yürüdükten sonra, Schäfer cebinden tekrar haritasını çıkardı ve üzerindeki şekillere göz attı. Bakışlarını önündeki yola çevirdi ve ardından yolun iki kenarında yükselen dik kayaları inceledi.

O sırada sarı saçları rüzgârda uçuşarak, Bruno Beger, Schäfer’in yanına geldi ve “Sanırım yaklaştık,” dedi. “Burası tarif ettikleri yere çok benziyor. Şu kayaların uzanış şekline baksana. Tıpkı şu kâğıtta çizdikleri yere benziyor.”

Schäfer, ağır ağır başını salladı ve, “Haklısın,” diyerek onayladı arkadaşını. “Bize tarif ettikleri yer burası. Umarım söyledikleri şey yalan değildir ve bu tesadüfi keşifleri bizim için mutlak bir başarıya dönüşür.”

“Nedense içimden bir ses adamların doğruyu söylediklerini fısıldıyor. Bugün burada önemli bir şeyler keşfedeceğiz!”

Ernst Schäfer, birkaç adım ilerleyerek kaya yapılarını incelemeyi sürdürdü. “Umarım,” dedi. “Umarım haklısındır.”

Birkaç yüz metre daha ilerlediler ve karla kaplı kayaların iyice sıklaştığı bir bölgeye girdiler. İki yanlarında yükselen taş yığınları sayesinde rüzgârın sert etkisinden kurtulmuşlardı. Bruno Beger, Schäfer’in yanında yürüyordu. Hemen arkalarında Edmund Geer vardı. Ernst Krause ise daha arkadan yanlarındaki dört şerpayla birlikte yürüyordu. Fotoğraf makinesini çıkardı ve çevrenin birkaç fotoğrafını çekti. Deklanşöre beşinci kez basarken tepesindeki kayaların üstünde insan elinden çıkma bir şekle rastladı. “Hey, şuraya bakın!” diye bağırdı heyecanla. Bir eliyle kayayı işaret ederek o yöne doğru yaklaştı.

Herkes, Krause’nin yanına toplandı ve gösterdiği yere baktılar. Edmund Geer, beş metre kadar yukarıdaki şekli incelerken sevinçle mırıldandı. “Bu şey doğru yerde olduğumuzu gösteriyor. Kesinlikle doğru yerde olduğumuzu gösteriyor!”

Yer yer karla kaplanmış oyma şekil, kavisli bir çıkıntıyla daha önde duran kayalardan birine oyulmuştu ve kollarını iki yana açmış bir insan figürünü andırıyordu. Tam olarak ne olduğu bulundukları yerden anlaşılmıyordu. Daha yakından bakabilseler net bir şeyler söyleyebilirlerdi.

Edmund Geer, parmağıyla ileriyi göstererek “Devam edelim,” dedi. “Giriş buralarda bir yerde olmalı.” Sesi kaya duvarlara çarpıp yankılandı. Arkalarında bıraktıkları kar örtüsüyle kaplı açık alanda rüzgârın uğursuz ıslıkları duyuluyordu.

Schäfer, saatine baktı. Havanın kararmasına bir buçuk saat vardı. Mağaranın girişini bu bir buçuk saatte on kere bulabileceklerinden, artan tipide geceyi geçirmeyle ilgili tüm endişelerinden kurtuldu. Ülkesinden binlerce kilometre uzakta, yaklaşık dört bin metre yükseklikte en eski atalarıyla bir gece geçirmek inanılmaz bir şey olacaktı. Schäfer, kalbinin heyecanla çarpmaya başladığını hissetti.

Fakat tam o sırada, korkunç bir çatırtı koptu ve hemen önünde yürümekte olan Bruno Beger bir anda kayboldu. Adam çığlık atmaya bile fırsat bulamamıştı. Schäfer, ne olduğuna henüz bir anlam verememişti ki giderek artan çatırtı bir sonraki saniye içinde onun bulunduğu yere kadar ulaştı ve o da Bruno Beger gibi büyük bir hızla aşağı doğru kayarak karanlığa gömüldü.

* * *

Düşüş bir saniye sürmüş ve iki adam da yaklaşık yedi metre aşağıda tekrar sert zeminle buluşmuşlardı. Ernst Schäfer, gözlerini açtığında çevresine yağan kar ve taş parçalarıyla birlikte, soğuk, taş zeminde yatıyordu. Her taraf, yanı başına düşen az miktardaki ışık huzmesi dışında zifiri karanlıktı. Bacağı ve sağ kolu acıyla sızlarken düştüğü yerde doğruldu ve çantasından bir fener çıkardı. Feneri yaktı ve çevresini inceledi. Hemen ilerisinde, Bruno Beger hareketsiz bir biçimde uzanmaktaydı.

O sırada yukarıdan bir ses duyuldu ve bulunduğu geniş galerinin içinde yankılandı. “Hey! Ernst, Bruno! İyi misiniz?”

Ernst Schäfer, kanayan alnını eldivenli elinin tersiyle silerek kafasını yukarı kaldırdı ve kapkaranlık dünyasının tepesindeki küçük aydınlıktan kendisine bakan kafalar gördü. “Ben iyiyim! Merak etmeyin! Şimdi Bruno’yu kontrol edeceğim.”

İki arkadaşını yutan yarığın kenarından ürkekçe başını uzatan Edmund Geer bir nebze rahatlayarak tekrar bağırdı. “İp atıp seni yukarı çekeceğiz!”

“Tamam ama öncelikle Bruno’yu kontrol etmem gerekiyor.” Schäfer, her adımında sızlayan bacağıyla Bruno Beger’e doğru ilerledi. Adam hareketsizdi. “Hey Bruno! İyi misin? Bruno?”

Schäfer, adamın yanına kadar geldi ve yanına eğildi. “Hey Bruno! Beni duyuyor musun?” Fenerle arkadaşının durumunu inceledi. Görünürde bir kırığı veya yarası yoktu. Adam hâlâ düzenli bir şekilde nefes alıyordu. Anlaşılan sadece kendinden geçmişti. Schäfer, tekrar düştüğü yere geri döndü ve yukarıdaki gölge yüzlere doğru bağırdı. “Tamam, sanırım Bruno da iyi. Sadece bayılmış.”

“Öyleyse bekleyin! Sizi yukarı çekeceğiz!”

Schäfer, “Anlaştık, bekliyorum,” dedi ve elindeki feneri çevirerek, düştüğü karanlık galeriyi incelemeye başladı. Üstünde durduğu taş yüzey son derece düzdü ve karanlığın derinliklerine doğru uzanıyordu. Fenerin ışığı geniş galerinin duvarlarını aydınlatmaya ancak yetiyordu. Schäfer, kendilerini yukarı çekecek ipler hazırlanana kadar bulunduğu yeri incelemeye karar verdi. Ağır adımlarla yürüyerek feneri çevrede gezdirdi.

Geniş galerinin biçimsiz kaya duvarları on metre kadar ileride birdenbire dar bir koridora dönüştü ve Schäfer’in kalbi, fenerin ışığı altında aydınlanan şeyleri görünce deli gibi çarpmaya başladı.

Dar koridorun başladığı yerde düzgünce kesilmiş taş bloklara işlenmiş onlarca oyma yazı vardı. Schäfer, ağır adımlarla yaklaşarak fenerini yazılar üzerinde hareket ettirdi. Runik alfabenin bugüne kadar görülmüş en erken örneği olan oymaların ışık almayan kısımlarında oluşan gölgeler, hareket eden ışıkla birlikte yön değiştiriyordu.

“Sanırım haklıymışsınız Bay Hedin,” diye mırıldandı Ernst Schäfer. “Sanırım gerçekten haklıymışsınız!”

Bahsettiği kişi, Sven Hedin, İsveçli bir coğrafyacı, kâşif ve fotoğrafçıydı. Asya kıtasına pek çok gezi düzenlemiş ve araştırmalar yapmıştı. Araştırmaları sonucunda ari ırkın kaynağı olarak Tibet’i gördüğünü ısrarla belirtmişti. Hedin ayrıca partinin çalışmalarını destekleyen ve yönetimin önemli kademelerince de sevilen ve saygı duyulan biriydi. Ahnenerbe’ye bağlı bu Asya gezisinin düzenlenmesi büyük oranda onun fikirlerine de bağlıydı.

Ernst Schäfer, koridorun içine doğru birkaç adım attı. Daha dikkatli inceleyince şekillerin koridoru oluşturan ve boyu üç metreyi bulan duvarların her tarafını kaplamış olduğunu gördü. Duyduğu heyecandan dolayı düşüp bayılmak üzereydi. Bacağının ve kolunun sızısını tamamen unutmuştu. Schäfer geride kendisini kurtarmak için uğraşan arkadaşlarını ve yerde kendinden geçmiş bir şekilde yatan Bruno Beger’i unutarak ilerlemeye devam etti. Bu sırada elindeki fener birkaç kere tekledi ve tüm dünyası bir anda karanlığa gömüldü.

Schäfer, küfürler ederek elindeki feneri avcuna vurmaya başladı. “Verdammt! Hadi çalış seni kahrolası! Çalış!”

Gerisinde, kendisine seslenen insanların boğuk bağırışlarını duyunca feneri avcuna daha sert vurmaya başladı. Fener çalışmayınca ağır adımlarla olduğu yerde geri döndü. Zemin son derece düz olduğu için takılıp düşmesi çok zordu ama yine de tedbiri elden bırakmamakta fayda vardı. İki yanındaki duvarlara parmak uçlarıyla tutunarak koridordan çıktı ve buraya düşmesine neden olan kırığın altına kadar yürüdü.

“Burada neler bulduğuma inanamazsınız!” dedi ellerini ağzına doğru götürerek. “Sanırım aradığımız şeyin bir parçası buraya kadar uzanıyor.”

Edmund Geer delikten içeri bağırdı. “Ne dedin sen?”

“Sizden istediğim, bizi kurtarmayı şimdilik boş vermeniz. Gidin ve buranın asıl girişini arayın! Hava kararmadan herkesin içeride olmasına ihtiyacımız var. Ben burayı incelemeye devam edeceğim.” O sırada yanında kıpırdanmaya başlayan Bruno Beger inlemeye benzer bir ses çıkardı. “Hah! Bruno da kendine geldi.”

Geer, bulunduğu yerden ikisini de güç bela görebiliyordu. “Umarım ne yaptığını biliyorsundur,” dedi. “Öyleyse girişi aramaya gidiyoruz. Eğer bulamazsak hava kararmadan tekrar burada oluruz.”

“Tamam anlaştık. Bana yedek bir fener atın! Benimki bozuldu.”

Bruno Beger topallayarak Schäfer’in yanına geldi. “Ernst neler oluyor? Nereye düştük biz böyle?”

Ernst Schäfer, arkadaşına dönmeden önce bir iple yanlarına sarkıtılan feneri aldı. “Bana inanmayacaksın Bruno, ama atalarımız az önce bize evlerini açtılar!” dedi mutlulukla.

* * *

Duvarları oyma şekillerle dolu koridorun sonuna geldiklerinde boyu koridorun tavanıyla aynı yükseklikte taş bir kapıyla karşılaştılar. Üzerinde dev bir güneş sembolü olan kapı çift kanatlıydı. Hemen önünde, zeminde bıraktığı izler o kadar canlı duruyordu ki kapı daha dün açılmış gibiydi.

Bruno Beger, Ernst Schäfer’in yanında durmuş heyecandan titriyordu. “Bu, bu inanılmaz!” diyebildi sadece. “Peki nasıl açacağız?”

Schäfer, feneri yere koydu ve çantasını sırtından çıkardı. Kapıya doğru yürüyerek omzunu dayadı. “İterek,” dedi.

* * *

Edmund Geer, ekibin geri kalanını peşine takmış, aceleyle arkadaşlarını yutan büyük galerinin girişini arıyordu. Tüm oyukları, girinti ve çıkıntıları inceliyorlar, girişin karla kaplanıp görünmez olabileceği olasılığına karşı ellerindeki kazma ve batonlarla önlerine çıkan bütün kar kütlelerini deşiyorlardı.

On dakika sonra kuzeybatı yönündeki kayalık yüzeyde aradıkları girişi buldular. V şeklindeki biçimsiz bir kaya oyuğunun hemen arkası yüzyıllar önce inşa edilmiş taş merdivenle karanlık bir çukura doğru uzanıyordu. Edmund Geer, önlerindeki kısmı karanlıkta devam edecek yolculuk için herkesten fenerlerini hazırlamasını istedi.

Herkes fenerlerini çıkarıp yaktıktan sonra merdiveni inmeye başladılar.

* * *

Taş kapının ardındaki manzara her ikisini de oldukları yere çivilemişti. Fener ışıkları altında aydınlanan onlarca lahit mezar, upuzun odanın her iki yanında uzanıyordu. Altından yapılma yüzlerce değerli eşya çeşitli yerlere istiflenmişti. Duvarlar, İskandinavya antik kültürüne ait çeşitli semboller ve simgelerle bezenmişti. Tarih kitaplarındaki bilinen uygarlıkların sahip olduklarıyla tam olarak aynı değillerdi ama garip bir tesadüfün çok ötesinde bir benzerlik göstermekteydiler. Burada da, Runik alfabenin üçüncü yüzyıldan çok daha önceki bir örneği, taş blokların kenarlarına ve lahitlerin üzerine işlenmişti. Gözlerinin önündeki örnekler İsveç’teki Kylver taşının üzerindekilerden bile eski tarihliydi.

Bruno Beger ve Ernst Schäfer ağır adımlarla odanın içine doğru yürüdüler. Ayak sesleri garip bir titreşim yaratarak taş duvarlardan yankılanıyordu. İkisi de tek kelime dahi etmiyor ve çevrelerindeki büyüleyici atmosferi inceliyorlardı. Yıllar sonra gerçekten tatmin edici bir sonuç elde etmişlerdi. Gerçek anlamda olay yaratacak somut bir şeyler bulmuşlardı ve şu an tam ortasındaydılar.

Bruno Beger, daha fazla dayanamadı ve haykırdı. “Kahretsin Ernst!” Bulduk! Nihayet başardık bunu!”

Ernst Schäfer, tarif edilemez bir duygu içerisindeydi. Beger’in dediklerinin tek bir kelimesini bile duymamıştı. Duysa da cevap verebilecek durumda değildi zaten. Ağzının içi kupkuru olmuş, dili damağına yapışmıştı. Ağır adımlarla ilerleyişini ve elindeki feneri çevredeki nesneler üzerinde gezdirişini sürdürdü. Onu en çok etkileyen şey solgun ışık altında aydınlanan taş lahitlerdi. Eğer içlerinde yatan bedenler Alman ırkının Kuzey Avrupa’da hüküm sürmüş atalarına en ufak bir benzerlik gösteriyorlarsa bile, bu Sven Hedin’in Aryan ırkının kökenlerinin Tibet’te var olduğu teorisinden çok daha öte sonuçlar doğurabilecek bir keşif olacaktı.

O sırada Bruno Beger, lahitlerden birine yaklaştı ve feneri üzerine tutarak, “Bana şunu açmamda yardım et Ernst,” dedi.

* * *

Edmund Geer, eski basamakları dikkatle inmeye devam ediyordu. Botlarının altında ezilen taşların sesi soğuk duvarlarda yankılanırken içindeki heyecan her bir basamakta katlanarak artıyordu.

Bir hayli indikten sonra, merdivenin bittiği yer son derece geniş bir hole çıktı ve altı adam ellerindeki fenerleri çeşitli yönlerde gezdirerek karanlığa gömülü galeriyi incelediler. Yerin altına oyulmuş bu geniş alan, her yöne doğru yüzlerce metre uzanıyordu.

“Sanırım Shambhala’yı  bulduk!” dedi Karl Wienert heyecanını bastırmaya gerek duymayarak.

Ernst Krause, “Bu belki büyük bir keşif olur ama yine de bizle bağlantılı olduğunu göremezsek hayal kırıklığına uğrarız,” diye yorumda bulundu.

Karl Wienert, bir kahkaha attı. “Haklısın,” dedi ve diğer adamlarla birlikte yürümeye devam ederek fenerini çevrede gezdirmeyi sürdürdü. Beş metre yukarıdaki tavan, İtalya’daki Sistine Şapeli gibi iç bükey bir yapıdaydı. Kenarlardan tavana doğru uzanan ve çapları iki metreyi bulan taş kolonların yüzeyi, her biri birbirini çaprazlamasına kesen geometrik oymalarla süslenmişti. Kolonların üst ve alt kısımlarında bulunan çeşitli yılan figürleri, sarmallar şeklinde oymaların arasında dolanıyordu.

Altı adam, bütün bu manzarayı arkalarında bırakarak, sarı ışıkların içinde dans ettiği galeri boyunca ilerlediler ve en uçta kolonlarla bölünmüş büyük bir açıklık ve geniş bir merdivenle karşılaştılar. Yarım daire şeklindeki merdiven yaklaşık altmış basamaktı.

Edmund Geer, kuru dudaklarının arasından sessizce mırıldandı. “Burası sanırım göründüğünden çok daha büyük bir yer.”

Diğer adamlar onu sessizlik içinde onayladı. Ve basamakları inmeye başladılar.

* * *

Bruno Beger ve Ernst Schäfer, lahidin kapağını zorlukla yerinden oynatmayı başardı. Önlerinde açılan karanlık oyuktan tuhaf bir koku yükseldi.

İki adam da hiç vakit kaybetmeden fenerlerini mezarın içine tuttular. İkisi de soluklarını tutmuştu ama bunu yapmalarının tek nedeni ortalığa yayılan tuhaf koku değildi.

Mezarın içinde yatan kişi yüzyıllar önce ölmüştü ancak bulunduğu soğuk ortam ve dış etkenlerin etkisinin az oluşu cesedin son derece iyi bir şekilde kalmasını sağlamıştı. Cesedin açık renk olduğu belli olan, garip, ipliksi dokular haline gelmiş saç telleri, kafatasına yapışmış kuru kas ve deri parçalarının hâlâ bozamadığı keskin yüz hatları ve iri bedeni Beger ve Schäfer’in gözleri önüne serilmişti.

“Şu anda bile söyleyebilirim ki bu adam Tibetli Budist bir rahip değil.”

Beger, heyecandan kaskatı kesilmişti. Kafasında binlerce soru dönüp dolaşıyordu. “Peki ama,” dedi. “Buraya nasıl ve ne şekilde gelmişler? Tam olarak kim bu insanlar?”

“Umarım bunların hepsine bir cevap bulacağız Bruno. Burada araştırılacak daha çok şey var.”

Mezarın başından ayrılıp karanlık içinde uzanan lahitler boyunca ilerlediler. Sarmal çizgilerle süslenmiş iki küçük kolonun ortasındaki bir kapıdan geçip geniş bir koridora çıktılar. Bruno Beger, fenerle çevresini inceledi. “Burası devasa bir yere benziyor. Bir yeraltı şehri gibi.”

Schäfer, yürümeye devam ederken başıyla sessizce onayladı. Bulundukları koridor bir süre sonra geniş bir merdivenle sonladı. İki yanlarında yukarıya doğru uzanan düz taş duvarlar giderek biçimsizleşiyor ve doğal bir mağara tavanının şeklini alıyordu. Merdivenin bittiği noktadan geçip on metre kadar ilerlediler ve kaynağı belli olmayan soluk ışık huzmeleriyle aydınlanan çok büyük bir yere çıktılar.

O anda yaşadıklarını tarif etmek güçtü. Bruno Beger gördükleri karşısında donup kalmıştı. Ernst Schäfer ise elindeki fenerin parmakları arasından kayıp gitmemesi için sıkı sıkı tutuyordu. İri gözlerle karşılarına çıkan manzarayı izlemeye başladılar.

Önlerinde uzanan kilometrelerce karelik alanda yüzlerce eski taş yapının oluşturduğu antik dönemlere ait bir yeraltı şehri, yüzyıllar boyunca sürdürdüğü bu derin uykusunda, sessizce misafirlerini bekliyordu.

Her şey daha dün terk edilmiş gibiydi. Sütunlar, çeşmeler, anıtlar, tek katlı boş binalar ve aradaki daha büyük süslü yapılar duvarlardan yansıyan beyazımsı bir akşamüstü ışığında belli belirsiz parlıyordu. Sol tarafta, bu engin yeraltı dehlizinin taş duvarlardaki çatlaklardan akan soğuk yeraltı suları, diğerlerinin üzerine çaprazlamasına devrilmiş, kocaman, işlemeli bir kolonun üzerinden yerin derinliklerine karışıyordu. Şehrin geneli adeta kısa bir zaman önce inşa edilmiş gibi bozulmamışsa da, zamana yenik düşen bölümleri de vardı. Bazı binalarda derin kırık ve çatlaklar, ince işlemeler ve süslerde ise parçalanmalar olmuştu.

Schäfer, bulundukları yüksek kayalık bölümü şehir seviyesine kadar indiren küçük merdivenden inmeye başladı. Bruno Beger hemen arkasındaydı.

Basamaklar biter bitmez, kendilerini binaların her yöne doğru uzandığı boş bir caddeye attılar. Ayak sesleri savaş sonrasında terk edilmiş bir kentin sokaklardaki gibi yankılanıyordu.

Bruno Beger, önlerinden geçtikleri evlerin karanlık pencerelerine baktı. Sanki her an birisi kafasını pencereden uzatıp onlara korkuyla bakacakmış gibi geliyordu.

* * *

Edmund Geer, Ernst Krause ve Karl Wienert şaşkınlıktan ve heyecandan küçük dillerini yutmak üzereydiler. Tıpkı diğer uçta Beger ve Schäfer‘in yaptığı gibi, tek bir kelime bile konuşmadan bu devasa yeraltı şehrinin içinde ilerlediler.

On dakika sonra Karl Wienert sessizliği bozdu. “Sence bize bu yeri tarif eden yerliler buranın büyüklüğünü biliyor muydu? Çünkü bize bunlardan hiç bahsetmediler.”

Geer, ince dudaklarını büktü. “Bilmiyorum. Ama sanmıyorum. Buranın girişini daha geçen hafta keşfettiklerini söylediler ve ayrıntılara girmediler. Sadece dışardaki kayalarda insan yapımı bir şeyler bulduklarını anlattılar o kadar… Tahminime göre içeri girmekten korkmuş olabilirler. Buradaki insanların inançlarını bilirsin.”

Karl Wienert başını salladı. “Ernst ve Bruno ne yaptılar acaba?”

“Düştükleri yer muhtemelen bir şekilde buraya bağlanıyordur. Yakında karşımıza çıkarlar.”

Saniyeler sonra, Edmund Geer’in dediklerini onaylarcasına, ileride bir yerlerde, yeraltı sularının yankılanan seslerinin arasında çınlayan ayak sesleri duymaya başladılar.

Ernst Krause, sırıtarak Geer’e döndü. “Bazen bu öngörülerinle beni gerçekten korkutuyorsun.”

Geer bir kahkaha attı. “Dünyanın en mistik yerlerinden birindeyiz. Tibet’teyken böyle şeyleri dert etme.”

Bruno Beger ve Ernst Schäfer yolun karşısında göründüklerinde fenerlerini havaya kaldırıp salladılar.

İki grup bir araya gelir gelmez, ayrı kaldıkları süre içindeki deneyimlerini paylaştı. Beger, buldukları mezar odasını ve taş lahidin içinde gördüklerini anlattı. Geer ise girişi nasıl ve nerde bulduklarını ve yerin altına doğru bir hayli indikten sonra karşılaştıkları geniş galeriden bahsetti.

Gruptaki herkes konuşmayı kesip sessizliğe gömülünce, Bruno Beger, çevresindeki alacakaranlık içinde uzanıp giden taş yapılara bir kere daha baktı. “Ne olursa olsun,” dedi. “Burada bulduklarımız Almanya’nın kaderini değiştirecek!”

* * *

Keşiften tam iki hafta sonra, yeraltı şehri, Almanya’dan Ahnenerbe adına getirtilen ikinci bir grup bilim adamıyla birlikte sayıları otuzu bulan araştırma ekibi sayesinde son derece hareketlenmişti. Çeşitli düzeneklerle aydınlatılan şehrin bir bölümüne sterilize bir araştırma laboratuvarı kurulmuştu ve toplanan örnekler büyük bir hızla inceleniyor, numaralandırılıyor ve sınıflandırılıyordu.

Her şey son derece gizliydi. Başkent Lhasa’daki durumdan haberdar olan bazı yerlilere bile düzgün bir açıklama yapılmamıştı. Yapılan keşfin büyüklüğünü bilen insan sayısı çok azdı. Adolf Hitler, Heinrich Himmler, Ahnenerbe’de görevli üst düzey birkaç yetkili ve araştırmayı yürüten ekip dışında kimsenin kuzey ırklarının Asya’daki varlığını doğrulayan bu önemli keşiften haberi yoktu.

Hâlâ sürmekte olan araştırmadan elde edilen bilgilere gelince, bu antik yeraltı şehri ve eski sakinleri hakkında bir hayli veri toplanmıştı. Yapılan testler ve analizler gösteriyordu ki burada yaşamış olan uygarlık M.Ö 1500 ilâ 1000 yılları arasında faaliyet göstermişti. Lahitlerin bulunduğu odadaki cesetler üzerinde yapılan incelemeler bu insanların fiziksel yapısının Tötonlar  ile büyük benzerlik içinde olduğunu gösteriyordu. Zaten oymalar, eşyalar ve mimari gibi bıraktıkları kültürel izler de bunu kısmen doğruluyordu. Buradaki yaşamlarını terk edip Kuzey Avrupa’ya buraya kadar olan uzun mesafeyi neden ve nasıl aldıkları ise henüz bilinmiyordu. Yazıtlarında sadece büyük bir felaketten bahsediyorlardı. Daha fazlası yoktu.

Karl Wienert, Bruno Beger ile birlikte araştırmaları takip ederek şehirde dolaşmaya çıkmışlardı. Beger, “Binlerce yıl önce burada doğup Asya’ya tohumlarımızı saçtığımıza inanamıyorum,” dedi. “Yolculuğun başından beri yaptığımız analizlerin, incelemelerin en somut örneğini keşfettiğimiz bu yer oluşturdu.” Dört bir yanda yükselen ve metrelerce yukarılarında taştan bir gökyüzü oluşturan kaya bloklarına baktı.

Karl Wienert bir eliyle bıyıklarını düzeltirken gülümsedi. “Bütün bu başımıza gelenler tam bir rüya gibi. Çok yakında bir hayli ünlü olacağız Bruno!” Yapay bir aydınlatma sisteminin altından geçtiler ve ana kampa doğru yürüdüler.

Tam kampa girmişlerdi ki Edmund Geer hızlı adımlarla yanlarına geldi. Heyecandan kızarmış yüzü loş ışıklar altına bile belli oluyordu. “Sanırım önemli bir şey buldular,” dedi. Neredeyse nefes nefeseydi.

Karl Winert ve Bruno Beger önce birbirlerine, sonra karşılarındaki adama baktılar.

Edmund Geer, geldiği hızla arkasını döndü ve omzunun üzerinden bir el hareketi yaptı. “Beni takip edin.”

Metal aksamları dışındaki ahşap kısmının yok olmaya yüz tuttuğu, çift kanatlı dev bir kapıdan geçerek girdikleri büyük bina, yüzyıllar öncesine ait bir araştırma birimi ve kütüphaneydi. Geniş hole kurulmuş masalarda, zamana meydan okumuş eşyalar büyük bir titizlikle incelenip daha sonra koruma altına alınmak üzere kategorilere ayrılmaktaydı. İçeride yirmi kadar araştırmacı çalışmaktaydı. Çeşitli yerlere yerleştirilmiş projektörler geniş alanın bazı kısımlarını aydınlatmaya yetmiyor ve bu da ortamdaki gizemli atmosferi körüklüyordu. Zeminde yılan gibi kıvrılan ve çeşitli yönlee dağılan onlarca kablo uzanmaktaydı.

Edmund Geer, kablolara takılmamaya dikkat ederek masalardan birine yaklaştı ve arkadaşlarına gelmelerini işaret etti. “Kısa süre önce bunu bulmuşlar,” dedi önündeki masada duran el yazmalarını göstererek.

Bruno Beger antik el yazmalarına doğru eğildi ve kaşlarını çatarak neyle ilgili olduğunu anlamaya çalıştı. “Bu nedir?”

“Çağından çok öte tıp ve anatomi bilgileriyle dolu yazmalar.” Geer iki arkadaşını da gözleriyle bir süre süzdükten sonra konuşmasına devam etti. “Burada yaşayan kültür her nereye aitse, yüzyıllar önce tıp dünyası adına çok önemli bir gelişme kaydetmişler.”

Karl Wienert meraklanarak yazmalara yaklaştı. Her ne kadar hiçbir şey anlamasa da sararmış sayfalardaki antik alfabeyi inceledi. “Bu gelişme bu yazılarla mı alakalı?” diye sordu.

Geer başıyla onayladı. “Bu ve bunun gibi seksen cildi doldurabilecek yazı daha… Bütün araştırmalarını kayda geçirmişler. Sayfaların bazıları bir hayli hasar görmüş. Ancak ciddi bir kayıp yok. Buranın soğuk ve kuru iklimi pek çok şeyi korumaya yardımcı olmuş.”

Bruno Beger’in gözleri açıldı. “Neyin peşindelermiş peki?”

Edmund Geer, hafifçe gülümseyerek masanın diğer tarafına dolaştı ve çevrede büyük bir azimle çalışan adamları inceledikten sonra karşısında merakla ona bakan iki arkadaşına döndü. Gülümsemesi yok olmuştu. İnsanın içini titreten bir sesle fısıldadı. “Ölümsüzlüğün!”

Karl Wienert de, Bruno Beger de belki bir dakikaya yakın kıpırdamadan, tek kelime bile etmeden öylece durdular. Duydukları şeyin bir şaka olup olmadığını Geer’in yüz ifadesinden anlamaya çalıştılar. Görünüşe göre adamın şaka yaptığı yoktu.

Bruno Beger, bulunduğu şok halinden silkinerek ilk konuşan oldu. “Lahit odasında gördüğüm kadarıyla bu konuda pek başarılı oldukları söylenemez.”

Edmund Geer arkadaşına sırıttı. “Evet haklısın. Sonsuz yaşam konusunda bir başarı elde edememişler. Ama bu ölümsüzlük ideallerinin peşinden giderken bizimle ortak bir yola sapmışlar. Bu yazılar temel bazı konular üzerinde tonlarca araştırma içeriyor; uzun yaşam, hastalıklara karşı bağışıklık, daha güçlü ve dayanıklı vücut yapıları… Bunlar gibi sayısız şey var…”

Karl Wienert, kalbi hızla çarpmaya başlarken o kutsal kelime dudaklarından döküldü. “Übermensch?”

Edmund Geer ağır adımlarla yanına gelerek arkadaşını omuzlarından kavradı. “Aynen öyle Karl,” dedi. “Übermensch…”

Bruno Beger de gözlerini önündeki sayfalardan bir an bile ayırmadan kurumuş dudaklarını aralayarak kelimeyi tekrarladı. Sonra arkadaşlarına döndü. “Uzun ve hastalıksız bir yaşam, kusursuz anatomiye sahip insanlar, yenilmeyen ordular… Bunlar mümkün olabilir mi? Gerçekleştirebilir miyiz?”

Edmund Geer dudaklarını büktü. “Henüz bir şeyler söylemek için çok erken,” dedi. “Ama atalarımız bunun hakkında yüzyıllar önce en ufak bir ilerleme bile kaydedebildiyseler eğer, bu yazmalar ve bu binadaki bu konuyla ilgili diğer şeyler bize ufak bir bilgi kırıntısı bile verirse, bizim daha fazlasını yapamamamız için hiçbir neden yok. Şahsen ben, başaracağımıza inanıyorum. Er ya da geç!”

Karl Wienert beyninde dolanan fantastik düşüncelerle birlikte sırtına bir heyecan dalgası yayıldığını hissetti. Ardından, karnının durumunu fark ederek, hastalarını hipnoz tedavisinden uyandırmaya çalışan bir doktor gibi ellerini çırptı. “Öyleyse gidip bir şeyler yiyelim,” dedi. “Açlıktan öleceğim yoksa.”

Edmund Geer, başıyla onayladı arkadaşını. “Haklısın. Ben de çok acıktım. Gidip güzel bir yemek yiyelim ve ardından birer kadeh viskiyle bugünkü gelişmeleri kutlayalım.”

Dakikalar sonra binadan çıktılar ve antik şehrin loş sokaklarında, çadırlarına doğru yürümeye başladılar. O gün, yıllar boyunca sürecek, sayısız yaşamı derinden etkileyecek ve yeni bir milenyuma bile etki edecek olaylar dizisinin ilk basamağı atılmıştı.

Çok fazla insan zarar görecekti.

Kitabın Tanıtım Videosu

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Piruze – Şam’da Bir Türk Gelin

Editor

Hasret – Hasret En Büyük Esarettir

Editor

Sultanı Öldürmek

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası